MiNE ENG İN TEKAY
FÖTR ŞAPKA
Dedem bir fötr şapkaya benzerdi… Kışları gri ve kahve, yazlarıysa en çok krem rengi… Herkes onu dedem sandı. Aslında gerçek dedem, o şapkanın altındaydı…
***
Taa yokuşun başından görünürdü fötr şapkası. Anlardık ki gelen dedemizdi ve kahveden eve dönmekteydi. Bizi o saatte sokakta görüp kızacak diye ödümüz koparak kaçışırdık çil yavrusu gibi. İyi aile terbiyesi almış çocuklar akşam ezanına kadar oynamazdı sokaklarda; öğrenmiştik. Ama dayanamazdık dışarının çağrısına, kulaklarımızı tıkayamazdık. İşiteceğimiz azarları baştan kabullenip sokakların mutlu çocukları olmak, hep daha ağır basardı küçük yüreklerimizde…
Bir soluk eve varırdık:
- Dedem geliyooo, dedem geliyooo!
Evdekileri telaşlandırırdı bu kez geliyor olması. Koşturturdu yürekleri ağızlarında ve ellerindeki tabaklarla; odadan-mutfağa, mutfaktan-odaya…
Memur emeklisiydi.Otuz iki yıl hep aynı saatte uyanmış, hep aynı saatte dışarı çıkmış, hep aynı saatte oturmuştu hazırlanan sofraya…Anneannemin jilet gibi kolaladığı beyaz gömlekleri giymiş, illâ ki boyun bağı takmıştı..Esvapları her daim temiz, potinleri her daim boyalı.Ve mutlaka fötr şapkalı.O Cumhuriyet’in ilk memurlarındandı... Ajansı hiç kaçırmaz, konuşan olursa affetmezdi. Emekli olduktan sonra çektiği şekerlemeler bile hep aynı vakitte… Kurulu bir saat gibiydi yaşamı; dakikası şaşmazdı… Şaşarsa, vay halimize! Bağırıp çağırır; kızıp azarlardı herkesi. Zaten esmer olan teni, sanki daha da bir kararırdı. Hep huysuzlanacak bir sebebi ya da tüm sevdiklerini çevresinde el-pençe divana tutacak uyduruk hastalıkları olurdu. Bazen mızmız bir çocuk, bazen ilgiye muhtaç bir bebekti benim koca dedem. Hep midesi ağrır, yedikleri dokunur, yemeği beğenmez, yağı çok bulur, tuzu az der kızar, anneanneciğimi o yorgun haliyle koşturup durur, bir komutan edasıyla emirler yağdırır, oflar puflar, inim inim inler, yataklara düşer, her seferinde de “Yok, yoook… Ben bu bahara çıkamam!” derdi… Huysuz olmasına huysuzdu ama tartıya bir vursanız güzelliklerini, her zaman çok daha ağır basardı.
Yazar da yazardı kırıp döktüklerimizi kara kaplı defterine. Her yazışında da hatırlatırdı suçlarımızı. Gerçi, hiç tahsil etmedi babalarımızdan ama evdeki her kırılıp dökülenle kabarırdı kara kaplının sayfaları. Onun eve dönüşlerini biraz korku, çokça utançla beklerdik:
- Dede !
- Hııı…
- Pencerenin yanındaki saksı var ya…
- Eeee…
- Topumuz bi çarptı, yere düşüp parçalandı…
Bıyık altından gülümseyerek:
- Ben size demedim mi evde top oynanmaz, diye!
- Dedin… Biz de dediğini hatırladık, bahçeye çıktık. Bu sefer de…
- Eeee…
- Akasyanın en kocaman dalı kırılmaz mı?
- Yaa… Bak sen… Ne ararsınız akasya ağacının üstünde… Başka?
- Valla yok… Hepsi bu kadar…
- İyi… Yazdım kara kaplıya… Bir saksı, en kocamanından bir de akasya dalı… Ödesin babalarınız…
Bizimle büyüdü o kara kaplı defter. Çok torun büyüttü rutubet kokulu evle beraber. Her torun için ayrı bir bölümü, hepsinin yüreğinde ayrı bir yeri vardır. Esen şu rüzgâr, onların her birini ayrı ayrı köşelere savursa da şimdi, hepsi bilir kara kaplıdaki suçlarını ve susurlar; yere indirip mahcup bakışlarını…
Bir tek verdiğimiz zayiatı yazmazdı elbette… Bir de şiir yazardı benim dedem. Eflatun’du mahlası… Şiirler, hem de hepimize. Hiç birimizi yok saymadan, tüm torunlara, “evlâtlar”a ,en çok da kızıl saçlı karısına… İnce ruhu, hassas yaradılışı, belki de anlaşılamamanın verdiği kırgınlıkları vardı o dizelerde… Yüksek sesle söyleyemedikleri, “seviyorum” diyemedikleri, usulcacık fısıldadıkları vardı duymasını bilenlere…
Şiirden de anlardı, güzeli sevmekten de… Bahçeye attığı mektuplarına vurulup da kaçar mıydı anneannem babasının evinden, öyle olmasaydı? İnsana ne garip geliyor ak saçlı bir dedeyle, dizleri her mevsim sızlayan bir ninenin yıllar yıllar önce deli gibi sevdalanması… Onlar sanki hep böyleymiş, hiç genç olmamış, ateşlere düşüp de yanmamış gibi… Anlatılanlar hoş bir masalmış, sanki hiç yaşanmamış gibi
Dedem akranlarının ölüm haberini aldıkça, hele hele gençlerin kaybını duydukça utanırdı hâlâ yaşadığı için… Bir yandan “Çok yaşadım artık, yeter!” derken, bir yandan da doyamazdı yaşamanın tadına… Ve hiç kimse okuyamazdı “Mavilim” türküsünü onun kadar çapkınca…
“ Evler şenlenirdi” onun deyişiyle bayram sabahları. Artardık, hiç eksilmeden… Önce “evlâtlar” evlendi sıra sıra… Gelinler geldi o eve… Damatlar sonra, sıra sıra… Derken, ilk torunun ağlama sesiyle çınladı nemli duvarlar. İkincisi, üçüncüsü, dördüncüsü… Bir sürü oldular. Girişteki masa yetmedi bayram yemeklerine, torunlar için oturma odasına da sofra kurdular…
Yıllar yıllar geçti, dedeyle nine iyice kocadı, torunları büyüdü… İlki mahcup bir edayla getirdi delikanlıyı dedeyle tanıştırmaya… Dede ilk torununun çocuğunu severken, bu kez iki numara düğün telaşındaydı… Artık, bayramlarda mutfağa da sofra kurar oldular… Hep artarak, hiç eksilmeden bin bereketli sofralarda oturuldu ve bu düzen hiç bozulmadan böylece sürüp gitti, sanki hep sürecekmiş gibi…
Dar olan evlerdi, yürekler geniş. Geniş olunca yürekler herkese bir yer bulunurdu elbette… Kimse o evden iyi ağırlanmadan uğurlanmadı, kimse o pamuk döşeklerde yatırılmadan yollanmadı, kimse o sofralardan aç kaldırılmadı. Bir emekli memur maaşıyla bunların nasıl olabildiğini de hiç kimse anlayamadı…
Derken bir gün sabaha karşı, bahçedeki akasya köküyle devrildi… Bu güzel aileden kocaman biri eksildi. Benim şair dedem 90 olacağı kiraz mevsimini daha fazla bekleyemeden bu dünyadan göçüp gitti… Oysa biz, hep artmıştık hiç eksilmeden… Demek, vakit geldi!!! Aceleci olduğunu söyleyemezdi kimse ama keşke buraya yolu hiç düşmese… Artık ölüm, baş köşeye kurulmuş istenmeyen misafir. Bir eve girdi mi çıkmaz, dadandı mı gitmez, adım adım takipte…
Öyleyse, uzaklarda çalınan sadece hüzünlü bir bestedir. Ve artık “Mavilim” türküsünü söylemek, kimseye yakışmayacaktır dedemin ağzına yakıştığı kadar…
***
Malı, mülkü, arazisi; katı, yatı, arabası yoktu dedemin. Zaten hiç olmamıştı… Bir bastonu vardı yaşlanınca edindiği… Şimdilerde o baston, koca bir ömrün anılarıyla beraber anneanneme yadigâr…
Bizlereyse geriye şiirleri, sayfaları bomboş kara kaplı defteri - ki her sayfayı doldurduğumuza yeminler edebilirdik- ve fötr şapkaları kaldı.
Huysuz olan şapkaydı, dedem iyi huylu… Şapka bağırıp çağırırdı; dedem gülümser… Şapka öfkelenip kızardı; dedem sevecen… Herkes, onu dedem sandı. Aslında gerçek dedem, o şapkanın altındaydı…
Şimdi ben bu sırrı verirken ele… Hiç pişman değilim ki!
10 Ocak 2006
(Oturulacak büyük sofraların kalmadığı bir bayram sabahı )